Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülen 1954 doğumlu Macar yazar Laszlo Krasznahorkai, Türkiye’de “Şeytan Tangosu”, “Savaş ve Savaş”, “Direnişin Melankolisi” gibi kitapları yayımlanmış ama geniş okur kitleleri tarafından pek de tanınmayan bir isim. Nobel gerekçesinde Krasznahorkai’nin ödülü “Kıyametvari bir terör ortamında bile sanatın gücünü gösteren, etkileyici ve vizyoner yapıtları nedeniyle” aldığı yazıyor. “Şeytan Tangosu”nun 1994 yılında yedi buçuk saatlik siyah-beyaz bir filme dönüşmesi başta olmak üzere ünlü Macar yönetmen Bela Tarr’la girdiği sıkı işbirliği nedeniyle sinema dünyasında da adından çok söz ettiren Krasznahorkai (yönetmenin neredeyse çektiği bütün filmlerin senaryosu Krasznahorkai’ye ait), değişik kültürlerden beslenmeyi alışkanlık haline getirmiş bir sanatçı. Almanya’dan başlayarak dönem dönem İspanya, ABD, Yunanistan, Japonya, Moğolistan ve Çin’de yaşayan Macar yazar, Çin izlenimlerini bazı kitaplarına, ama özellikle “Cennetin Altında Yıkım ve Keder”e (2004) yansıtmıştı.

Sessizlik ve derinlik arayışı

1990-1993 arasında Çin’de yaşayıp hem kişisel hem de edebi açıdan özel ve önemli bir dönem geçiren Krasznahorkai, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Doğu Avrupa’nın büyük dönüşüm geçirdiği süreçte, Batı Avrupa’nın kaotik ortamından uzaklaşmak, “sessizlik ve derinlik” aramak amacıyla Çin’e gittiğini söylüyor. Başkent Beijing’in yanı sıra Hangzhou, Suzhou, Guilin gibi klasik Çin bahçeleriyle ünlü şehirlerde bulunan ve farklı bölgelere seyahatler yapan yazar, bu şehirlerin “düzen, denge ve boşluk estetiği” bakımından zihninde derin izler bıraktığını belirtiyor. Çin’deki estetik ve metafizik anlayış edebi açıdan belirleyici rol oynuyor ve Krasznahorkai’nin sonraki eserlerinde açıkça hissediliyor. Çin’deki doğrudan gözlemleri ve tapınak, manastır, bahçe mimarisinden çok etkilenişi, salt coğrafi değil aynı zamanda felsefi bir yönelişin de boyutlarını oluşturuyor. Taoizm ve Zen Budizm düşüncelerine ilgi duyan, “varlığın sükuneti”, “boşluk estetiği” ve “sonsuz tekrarlarda anlam arayışı” temalarını olgunlaştıran yazar, Batı’nın kaosu ve tarihsel yükü karşısında alternatif bir bakış geliştiriyor.

“Batı’da her şeyin anlamını yitirdiği bir dönemde, Çin’de anlamın suskunlukta, hareketsizlikte, yavaş akışta saklı olduğunu hissettim” diyen Laszlo Krasznahorkai, bu dönemde Çin görsel sanatlarına, özellikle de kaligrafiye ilgi duymuş. Çin’in klasik kültürünün modernleşmeyle çelişkisine kafa yoran ve “ruhsal kayıp” metaforunu ortaya koyan Macar yazar, 1990’larda tanıdığı Çin’deki değişime bir tür ağıt yakıyor: “Cennetin altında bir yıkım ve üzüntü hüküm sürüyor, çünkü güzelliğin hatırası bile ticarete dönüştü.”

Kutsal güzelliğe geçiş yolculuğu

Çin sanat tarihindeki “mükemmellik arayışından” etkilenen pek çok Batılı aydın gibi Çin’de kendi kafasındaki bir “geçmişin” ve “mükemmelin” arayışına çıkan, Çin’in 20. yüzyılın başlarındaki halinden bugünkü durumuna nasıl geldiği hakkında pek düşünmeyen Laszlo Krasznahorkai’den derin politik-ekonomik-ideolojik analizler beklemek haksızlık olacaktır kuşkusuz ki. Öte yandan kendi deyimiyle “Kutsalın yok oluşu”, yalnızca Çin’i değil bütün ülkeleri, bütün kültürleri ilgilendiren bir sorun. Modernizmin mistik eleştirisi ya da tarihsel umutsuzluk ve aşırı karamsarlık, sürekli bir kıyamet hissinden ve kurtuluş umudunun sıfır olmasından öteye de götürmüyor okuru. Çok değil 100 yıl önce dünyanın en yoksul ülkelerinden biriyken, sosyalizm sayesinde bugün dünyanın en büyük ekonomisi haline gelen, sosyalist bir refah toplumu yaratan Çin’i değil, Çin mistisizmini idealize etmesi, Krasznahorkai’nin temel handikapı olarak beliriyor karşımızda. Hep eleştiren ama bir yönelim ortaya koymayan tavrı ve eylemsizliği, kapalı dili seçkinci estetiği de her şeye rağmen bir türlü kurtulamadığı Avrupa-merkezciliğin bir yansıması bana sorarsanız. Yine de Çin’de geçirdiği yılların etkisiyle kıyamet ve çürüme temalarından sükunet ve kutsal güzelliğe geçiş yolculuğuna çıkmış olması, Batı merkezli bakıştan mistik Doğu’yu arama sürecine girişi, anlatım olarak yavaşlık, tekrar ve meditasyon ritmini yakalamaya çalışması, onu en azından ilginç bir yazar yapmaya yetiyor.