İkinci Dünya Savaşı sonrasında Alman dilinin en önemli temsilcilerinden biri sayılan İsviçreli yazar Max Frisch’in (1911-1991) geçen ay Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Bin ya da Pekin’e Yolculuk” (Bin oder die Reise nach Peking) kitabı, oldukça zorlu, kapalı, içe dönük konuşan, lirik bir metin. İlknur Özdemir’in dilimize kazandırdığı 80 sayfalık romanda, evine dönen bir mimarın karşısında birden Çin Seddi’ni bulmasıyla ve dirseklerini sedde dayayıp piposunu içen Bin’le karşılaşmasıyla birlikte Pekin’e doğru çıktığı yolculuk anlatılıyor. Şehir çok uzakta değildir, evlerin çatıları görünmektedir…
Frisch’in bilinç akışına yakın bir teknikle yazdığı ve “düzyazı düşler” diye nitelediği 1945 tarihli romanda Pekin, gidilecek bir yerden çok, insanın kendini bulma ve yeniden yaratma arzusunun simgesi olarak beliriyor. Alışılan dünyadan kopup, güvenli ama sıradan olandan vazgeçip, bilinmeyene doğru çıkılan içsel bir yolculuk bu. “Ben kimim?” sorusunu merkeze alan Frisch, Pekin’i ise bir ütopya, yani özlenen ama ulaşılamayan içsel barışın metaforu olarak kullanıyor. Savaş sonrasındaki Avrupa’nın umutsuzluk ve yorgunluk atmosferini yansıtan kitapta Pekin, Batı’nın maddiyatçılığına karşı denge, dinginlik ve bilgelik alanı olarak resmediliyor. Frisch, tüm edebiyatında olduğu gibi “Bin ya da Pekin’e Yolculuk”ta da bireyin kendi benliğini bulma çabasını ön plana alıyor. Yani “Orhun Abideleri”nde Türklere “Çin’e gitme, Çin seni yutar!” diye seslenen Bilge Kağan’ın aksine, Çin’i “kendini var etme” alanı olarak tanımlıyor Frisch ve okurunu fiziki olmaktan çok psikolojik bir yolculuğa çıkarıyor.
Avrupa-merkezcilikten uzakta
İsviçreli yazarın Çin’le ve Çin kültürüyle ilgisi bu kitapla sınırlı değil. Çin üzerine yazılmış bağımsız bir kitabı yoksa da gezi notları ve günlüklerinde bu ülkeye dönük merakının izlerini bulmak mümkün. 1974’te Çin’e bir gezi yapmış ve izlenimlerini günlüklerinde işlemiş. Çin hakkında yazdıkları daha çok Batılı bir yazarın gözlemleri niteliğinde. Çin’in toplumsal yapısı, Mao dönemi ve kültürel farklar üzerine kısa denemeler ve çarpıcı notlar kaleme almış. “Tagebuch 1973-1979”, Frisch’in Çin’le ilgili görüşlerini ironik-öznel üslubuyla aktardığı en temel kaynak olarak görülür ve ağırlıklı olarak ülkedeki “Mao kültü”nü yansıtır. Mao’nun Çinlilerin günlük yaşamındaki yerini ayrıntılarıyla aktaran yazar bunu ne saf bir hayranlıkla ne de keskin bir eleştiriyle yapar, gözlemcilik mesafesini hep korur.
Batılı entelektüel kendini sorguluyor
Batı’dan gelen bir aydının Çin’i anlamakta zorlandığını baştan kabul eden, kendi önyargılarının farkında olan, Çin’i değerlendirirken Avrupa merkezci klişelere düşmekten sakınan Max Frisch, bu nedenle notlarında sık sık “Bunu gerçekten anlıyor muyum?” gibi sorular sorar ve Batılı gözle bakışı sorgular. Sokaktaki insanların sade yaşam biçimi, giyim kuşamdaki eşitlik, kolektif çalışmaya verilen önem Frisch’i çok etkiler. Ona göre Çin’de bireysellik geri plandadır ama aynı zamanda kadim Çin kültürünün gelenekleriyle birlikte büyük bir toplumsal uyum ve düzen göze çarpmaktadır. Frisch’in noktalarındaki önemli vurgulardan biri, Çin’in Batı’nın “ilerleme” tanımlarının çok dışında ve ona sığmayacak farklı bir uygarlık mantığı olduğudur. Frisch Çin’i ne idealize eder ne de tepeden bakar. Onun için Çin bir “öteki”dir, Batılı entelektüelin kendisini yeniden sorgulamasına yol açan bir ayna gibidir. Frisch’in Çin notları, Batılı bir yazarın Çin’deki sosyalist deneyime dair şaşkınlığını, mesafesini ve sorgulamalarını yansıtır. Politik bir analizden çok kültürel ve insani gözlemlere dayanır.
Yaşamını dönüştürme ihtimali
İşte günlüklerden birkaç satır:
-“Mao orada, her zaman orada. Her odada, her sokakta, insanların zihninde. Sessiz kalsan onu görmezden gelmek mümkün değil.”
-“İnsanlar aynı giysiler içinde, disiplinli, dostça. Ne telaş var ne gürültü. Hem bize yabancı hem de huzur verici bir düzen manzarası.”
-“Belki de Çin’i bizim ilerleme ölçütlerimizle değerlendirmek başlı başına bir yanılgıdır. Bu, kendi mantığı olan bambaşka bir dünya.”
Max Frisch, Çin’e (ya da Pekin’e) yolculuğu, rutini bozma cesaretiyle atılan bir adım, bilinmeyenin ve yabancı olanın tanınacağı bir macera ve kendi yaşamını dönüştürme ihtimali olarak görmüştü. Çok haklıydı… Çin’e gitmek, orada yaşamak, gerçekten de öyledir.