İskoç yazar Peter May’in Dilek Şendil çevirisiyle Alfa Yayınları’ndan çıkan “Çin Polisiyesi” üçlemesinin dilimize aktarılan şimdilik son kitabı (yazarın bu başlık altında toplam altı kitabı var) “Ölüm Odası”, Beijing emniyet teşkilatından Dedektif Li Yan ile Amerikalı adlı patalog Margaret Campbell’ı bu kez Shanghai’da maceradan maceraya koşturuyor.

Üçlemenin en heyecan verici bölümü olduğunu söyleyebileceğim “Ölüm Odası”, Beijing’de öldürülen bir genç kızın izini süren Li Yan’ın, Shanghai’da da çok sayıda parçalanmış kadın cesedi bulunması üzerine geçici görevle bu kente atanması üzerine gelişen olayları anlatıyor. Gerilimli, karmaşık ve inişli çıkışlı bir aşk ilişkisi sürdürdüğü, olay yerinde ve laboratuvarda olağanüstü beceriler sergileyen Margaret’i de görev kapsamında Shanghai’ya çağıran karizmatik dedektifimiz, ustaca işlenmiş kültürel ayrıntılarla dolu bu bölümde karanlık seri cinayetlerin düğümünü çözmek için bir kez daha kolları sıvıyor.

Çin’de yabancılık duygusu

“Ölüm Odası”nı ilk iki kitap “Kundakçı” ile “Dördüncü Kurban”dan ayıran temel fark yalnızca olayların bu kez Beijing yerine Shanghai’da geçmesi değil; bir Amerikalının tipik davranışlarını sergilemesiyle tanıdığımız yetenekli adli patalog Campbell da Çin politik sistemine ve toplumsal yapıya çok daha olumlu bakar hale gelmiş durumda. Amerikan demokrasisine ve yaşam tarzına hayran Amerikalı arkadaşı David’in Çin’i eleştiren sözler sarf etmesi üzerine, sarışın adli patalog Margaret şöyle diyor örneğin: 

“Ne demek istiyorsun? İnsanların soğuk ve açlıktan sokaklarda ölmesini mi istiyorsun, organize suç örgütlerinin dürüst insanların cebindeki paraya el koymasını izlemek mi istiyorsun, devletin çöktüğünü, iç savaşa sürüklendiğini mi görmek istiyorsun?”

Ve ayrıca “Çin’de garipsenme, yabancı olma duygusundan kaçmak zor” diyen Margaret, Çinlilerin içinde bulunduğumuz süreçte, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar iyi durumda olduğunu da düşünüyor.

Ölüm Odası Kitap

Li Yan ise 500 sayfa boyunca sık sık Beijing ile Shanghai arasındaki tarihsel rekabetin sonuçlarıyla karşılaşıyor:

“Beijing (romanda “Pekin” şeklinde kullanılıyor. T.A) başkentti, kuzeyin sanat ve kültür merkezi. Fakat güneyin ticari aşırılıklarının yanında ağırbaşlı ve eski kafalı kalırdı (…) Beijing’in bildiği güvenli, rahatlatıcı ortamını özlemişti. Şanghay da tıpkı Hong Kong ve Chicago gibi yabancıydı ona.”

Gerek genel olarak politik sistemdeki gerekse polis teşkilatındaki yozlaşma örneklerinin üzerine gitmekten vazgeçmeyen, içinden “Çin bu hale mi gelecekti?” diyen Li’nin şu sözleri de ilginç kuşkusuz:

“Belki hatırlıyorsunuzdur, son birkaç yıldır bir Beijing Belediye Başkanı, bir Tarım Bakanı, bir de Başsavcı Yardımcısı yolsuzluktan hüküm giymiş ve idam edilmişlerdir. Üçünü de yargı huzuruna çıkarmak benim başarımda diyemem, ancak ikisi hakkındaki soruşturmayı ben yapmıştım.”

Tek Çocuk Politikası sorgulanıyor

Serüvenin entrikasını ve sürprizlerini açık etmeyeyim elbette ama yine de “Ölüm Odası”nın odağındaki konunun Tek Çocuk Politikası ve kürtaj olduğunu belirteyim. Bu konuda hatırı sayılır bir sosyal sorgulamaya girişen, Tek Çocuk Politikası’nın zorunluluğuna vurgu yapan ama olumsuz sonuçlarını da masaya yatıran Peter May, kan dondurucu nitelikler taşıyan bu öyküde kültürel çelişkilerin de üzerinde ayrıntılı biçimde duruyor, daha önceki iki romanda da olduğu gibi. Ana kahramanların Çinli ve Amerikalı davranış kalıpları, Doğu’nun ve Batı’nın düşünce ve çalışma tarzı konularındaki farklılıkları, “Ölüm Odası”na tıpkı Shanghai geceleri gibi ışıltılı bir atmosferin hâkim olmasını sağlıyor.

“Ölüm Odası”, soluk soluğa okunan bir roman. Çin gerçeklerine polisiye yapıda bakmanın iyi bir örneği. Ancak bu ciltle ilgili bir not da düşmek zorundayım. Çevirmen olarak gene Dilek Şendil’in imzasını gördüğümüz “Kundakçı” ve “Dördüncü Kurban”, dil açısından tertemiz, düzelti hatasının, başı sonu belli olmayan cümlelerin vb. görülmediği kitaplardı. Bu kez ise çok sayıda cümle hatası var ne yazık ki.

Tunca Arslan