Afrika’nın en kalabalık ülkesi Nijerya, uzun süredir çok boyutlu bir güvenlik kriziyle karşı karşıya. Ancak son yıllarda saldırıların özellikle Hristiyan toplulukları hedef aldığına ilişkin söylemler, ulusal ve uluslararası düzeyde giderek yaygınlaşmıştır. Bu söylemler, özellikle ABD kamuoyunda “Hristiyan soykırımı” tartışmalarını tetiklerken, Donald Trump yönetimi de Nijerya’yı dini özgürlüklerin sistematik biçimde ihlal edildiği gerekçesiyle mercek altına almış ve ABD müdahalesinin dahi konuşulduğu bir noktaya taşımıştır. Peki, sürecin gerçekleri nelerdir ve konu nasıl okunmalıdır?

Nijerya’daki şiddetin yalnızca dini motivasyonlarla açıklanamayacağı açıktır. Aksine şiddet; terörizm, kaynak rekabeti ve devlet kapasitesi sorunlarının iç içe geçtiği, oldukça karmaşık bir güvenlik denkleminden doğmaktadır. Dolayısıyla krizin kökleri yalnızca 21. yüzyıla ait değildir; aksine Avrupa’nın ve Atlantik dünyasının bölgeye ilk girişinden itibaren şekillenen tarihsel bir sömürü düzeninin bugüne taşınmış mirasıdır. Ne var ki 21. yüzyılda karşımıza çıkan çerçeve, klasik sömürgecilikten farklı olarak yeni bir jeo-sömürgecilik anlayışıyla biçimlenmektedir. Trump ve ekibi, bu jeo-sömürgeci stratejiyi küresel rekabetin sistemsel gerçeklerine uyarlamak adına önemli yöntemler geliştirmiş ve hâlen de geliştirmektedir. Bu nedenle Nijerya’yı, hem bölgesel güvenlik mimarisinin kırılganlığı hem de küresel güç mücadelelerinin merkezinde yükselen kritik mineraller ve enerji dönüşümü ekseni temelinde okumak, daha doğru ve analitik bir değerlendirme sağlayacaktır.

Trump’ın özel kaygı duyulan ülke politikası

Donald Trump’ın ilk döneminde ABD dış politikası, kurumlar arası deneyim eksikliğinin de etkisiyle daha sınırlı bir araçsallaştırma kapasitesine sahipti denebilir. Bu dönemde genel çerçeve, “America First” yaklaşımının yön verdiği ve ahlaki söylemin jeopolitik amaçlar doğrultusunda araçsallaştırıldığı bir hat üzerinde ilerlemiştir. Bu bağlamda Nijerya’ya yönelik tutum, 1998 tarihli Uluslararası Dini Özgürlük Yasası (IRFA) kapsamında tanımlanan Özel Kaygı Duyulan Ülke (CPC Country of Particular Concern) mekanizması üzerinden yürütülmüştür. Söz konusu mekanizma, dini özgürlüklerin “sistematik, sürekli ve vahim” biçimde ihlal edildiği değerlendirilen ülkelere karşı baskı, yaptırım ve dış yardımı koşullandırma imkânı sağlamaktadır. Trump yönetiminin sona ermesiyle birlikte Nijerya, CPC listesinden çıkarılmış ve ilişkiler görece krizsiz bir seyir izlemiştir. Ancak Trump’ın ikinci başkanlık döneminde yeniden bölgeye odaklandığı görülmektedir. Bu çerçevede Nijerya’da özellikle Boko Haram ve ISWAP kaynaklı şiddet, Hristiyan toplulukları hedef alan saldırılar üzerinden çerçevelenmiş ve CPC yeniden siyasi bir kaldıraç olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu konu son derece kritiktir; zira ABD, CPC çerçevesi kapsamında uluslararası sistemde kendisine belirli hak ve yetkiler atfetmektedir. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmî açıklamalarında da bu yaklaşım açıkça görülmektedir. Nitekim web sitesinde yayımlanan ilgili metinde şu ifadeler yer almaktadır(www.state.gov):

“ABD, dünya genelinde din özgürlüğünün durumuna ilişkin bilgi sağlamanın ve uluslararası toplumun din özgürlüğüne yönelik zorlukları değerlendirmesine katkıda bulunmanın kendi sorumluluğumuz olduğuna inanmaktadır. Tüm ülkelerin, din özgürlüğü başta olmak üzere insan hakları ihlallerine karşı ses yükseltme hakkını destekliyoruz.”

Bu söylem, din özgürlüğü söylemi üzerinden ABD’nin küresel ölçekte normatif rehberlik rolünü üstlenmeye çalıştığına işaret etmektedir. Ne var ki bu yeni dönemin temel motivasyonları salt ideolojik ya da ahlaki gerekçelerle sınırlı değildir. ABD’nin Sahel’de gerileyen nüfuzu, Çin’in Afrika’daki ekonomik ve teknolojik hâkimiyetinin hızlanması, Nijerya’nın petrol ve doğalgaz açısından taşıdığı geleneksel önem ve en kritik başlık olarak nadir toprak elementleri (NTE) alanındaki yükselen stratejik değer, Washington’ın politikalarını yeniden şekillendirmektedir. Dolayısıyla Nijerya’ya yönelik CPC yaklaşımı, dini özgürlük söylemini siyasi meşruiyet zeminine dönüştüren; fakat esas olarak jeoekonomik ve jeopolitik rekabeti önceleyen yeni bir stratejik faza evrilmiştir.

Nadir toprak elementleri ve gerçekler

NTE ve kritik madenler, günümüzde küresel sistemin yeni sömürge unsuru hâline gelmiştir. Özellikle jeo-sömürgecilik (geo-colonialism) perspektifinden bakıldığında bu süreç, klasik sömürgecilikten önemli biçimde ayrılmaktadır. Geleneksel sömürgecilik, geniş toprak kontrolü, demografik dönüşüm ve idari tahakküm üzerinden işlerken; 21. yüzyıl jeo-sömürgeciliği, uluslararası norm ve yükümlülüklerden kaçınarak yalnızca stratejik kaynakların çıkarılmasına odaklanan, devlet egemenliğini biçimsel olarak korurken ekonomik ve teknolojik bağımlılığı derinleştiren bir model üretmektedir. Bu çerçevede büyük güçler, sahada insan ve topluluk odaklı bir düzen kurmak yerine, kaynağa eriş-çıkar-tahakküm et mantığıyla hareket etmekte; ülke içi kalkınmaya dönük yapısal katkıyı sınırlı tutmakta ve etki alanlarını asgari siyasal angajman, azami jeoekonomik kontrol üzerinden genişletmektedir. Böylece jeo-sömürgecilik, kaynak merkezli bağımlılık yaratmak suretiyle hem ekonomik hem de stratejik üstünlüğün yeniden dağıtıldığı yeni bir güç mimarisine dönüşmektedir. Bu kapsamda Nijerya’nın, yalnızca Afrika’nın en büyük ülkelerinden biri olması değil; aynı zamanda son derece zengin yeraltı kaynaklarına sahip olması, jeopolitik önemini hızla artırmaktadır. Özellikle kritik mineraller ve NTE bağlamında Nijerya’nın taşıdığı stratejik değer, son yıllarda belirgin biçimde yükselmiştir. Nitekim ülke, en fazla NTE üreten ilk 10 ülke arasına yeni girmiştir. Veriler, Nijerya’nın henüz gelişimin erken aşamasında olan NTE madencilik sektöründe 2024 yılı üretiminin bir önceki yıla göre %80’den fazla artışla 13.000 metrik tona ulaştığını göstermektedir. Bu yükseliş, Çin’i sınırlamak isteyen ABD açısından bölgeyi öncelikli bir ilgi alanına dönüştürmektedir. ABD’nin bu odaklanmasının ikinci temel nedeni ise sanayi üretiminin değişen doğasıdır. Bugün hem sivil hem askerî teknolojilerin —cep telefonlarından yapay zekâ donanımlarına, uydu sistemlerinden füze güdüm altyapılarına kadar— neredeyse tüm kritik bileşenlerinin NTE ve kritik minerallere bağımlı olduğu bilinmektedir. Güç mücadelesinin enerji, teknoloji ve savunma altyapısının temel yapı taşını bu mineraller oluşturduğu için, ABD bu alanda Çin’in küresel hâkimiyetini kırma stratejisini sürdürmekte; Nijerya’yı da bu stratejinin kilit eşik ülkelerinden biri olarak konumlandırmaktadır. Dolayısıyla Nijerya, tıpkı Ukrayna veya Venezuela örneklerinde olduğu gibi, büyük güç rekabetinin kaynak merkezli jeopolitik satrancında giderek daha kritik bir pozisyon edinmektedir.

Nijerya’nın yakın dönemde doğrudan bir savaş sahnesine dönüşme olasılığı oldukça düşüktür. Zira Nijerya’nın Commonwealth üyesi olması bu yapı her ne kadar savunma alanında olmasa da özellikle Birleşik Krallık’ın siyasi ve diplomatik angajmanını devreye sokabilecek bir faktördür. Bu durum, olası askerî tırmanmanın erken aşamalarda diplomatik kanallarla sınırlandırılmasını muhtemel kılmaktadır. Dolayısıyla, Nijerya’ya yönelik olası bir ABD müdahalesi, yüksek maliyetli bir çatışma senaryosu yerine, jeoekonomik baskı araçları ve koşullandırılmış iş birliği biçiminde ilerlemeye daha yatkın görünmektedir. Öte yandan, Nijerya’nın geçmişte olduğu gibi ABD ile yeniden bir uzlaşı zemini yakalaması halinde, Washington’ın ilgiyi başka coğrafyalara kaydırma ihtimali güçlenecektir.