Fransız İhtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik fikri Latin Amerika bölgesinde İspanya’nın sömürge alanlarından biri olan Venezuela’yı, bu sürecin en önemli aktörlerinden biri hâline getirdi. Simón Bolívar önderliğinde bağımsızlık mücadelesi, Venezuela’yı İspanyol sömürge yönetiminden kurtararak Latin Amerika’da anti-kolonyal ideallerin merkezi haline getirmiştir. 1821 Carabobo Zaferi sonrası Büyük Kolombiya deneyimi, hem bölgesel bir birlik hedefini hem de Avrupa müdahalelerine karşı savunma refleksini ortaya koydu. Ancak bu gelişmeyle İspanya’dan bağımsızlık kazanılmış olsa da, Amerika Birleşik Devletleri kıtada etkili bir güç haline gelebilmek adına Latin Amerika bölgesinde kontrol sağlamaya çalışıyordu tıpkı bugün gelinen süreçte ABD’nin bölgeye yolladığı savaş gemileri gibi. Trump, başkanlık koltuğuna oturduğu andan itibaren Meksika Körfezi’ni adeta “Amerikan Körfezi” haline getirirken, Panama’nın geri alınması konusu gündeme geldi. Trump’ın ilk başkanlık döneminde yarım kalan işlerden biri de bu açıdan Latin Amerika.
Küresel güçlerin mücadele alanı: Venezuela
Venezuela için tek aktör İspanya ya da ABD değildi. 1835 yılında İngilizlerin Guyana için çizdiği ve Schomburgk Hattı olarak bilinen sınıra, Venezuela 1841’de İspanya’dan bağımsızlığını kazandıktan sonra itiraz etti. Venezuela, Britanya Guyanası'nda hak iddia ederken, 1823 yılında ilan edilen Monroe Doktrini ABD’nin Batılı aktörlerin Amerika kıtasına girişlerinin sınırlandırılmasını istedi . ABD, İngiltere’nin bölgedeki etkisini sınırlandırmak adına konuya müdahil oldu ancak sınır konusu Venezuela aleyhine çözüldü. Ancak bu İngiltere açısından da kayıptı; çünkü Monroe Doktrini kapsamında ABD, kendi etki alanında ayrıcalıklara sahip olacağı sinyalini vermişti. ABD artık sınırlarını çizen küresel bir aktördü. ABD, 1835’te Venezuela’yı tanıdı ve diplomatik ilişkiler kurdu. İki ülke arasındaki iktisadi ilişkiler bir süre sonra güvenlik bağlamına evrilirken, 20. yüzyılın en önemli araçlarından biri olan küresel güç mücadelesinin merkezinde enerji konusu da ilişkilerde belirleyici olmaya başladı.
Bölgedeki denkleme bir aktör daha eklenmeli: Rus İmparatorluğu. İki ülke arasındaki ilişkiler, 1857 yılında Rus İmparatoru II. Aleksandr’ın Venezuela Devlet Başkanı José Tadeo Monagas’a yolladığı mektup ile tanınma sağlanmış olsa da aslında Sergey Lavrov’un kaleme aldığı “Rusya ve Venezuela: Yıllar ve Kilometreler Boyunca Süren Dostluk ve Ortaklık” başlıklı makalede 1786’ya işaret edilir. Francisco de Miranda’nın Rus İmparatorluğu’na yaptığı ziyaretle, bölgesini İspanya’nın baskıcı sömürge yönetiminden kurtarma amacı İmparatoriçe Büyük Katerina’dan takdir gördü. Miranda’ya Yekaterinoslavski Süvari Alayı bünyesinde Rus Ordusu Albayı unvanını ve Avrupa’da seyahat etmesini kolaylaştırmak için Rus pasaportu verildi. Kısacası Venezuela’nın büyük güç mücadelesinin merkezi olma durumu, 18. yüzyılda başlayan bir arka plana sahipti.
ABD ve sisteme karşı Venezuela- Rusya İlişkileri
Soğuk Savaş dönemiyle ABD hegemonyasının bölgedeki etkisini sorgulatan bir reelpolitik de Monroe doktrini ile sağlanan o kırmızı çizgi ile sonlandı. SSCB’nin etkisi, Küba başta olmak üzere Latin Amerika’da da hissedilmeye başlarken anti emperyalizm ve ideolojik yaklaşımlar, Latin Amerika’nın dış politikasına yeni boyutlar kattı. SSCB’nin Küba ile olan ilişkilerinin etkisi, bölgede dünyayı neredeyse bir nükleer savaşın eşiğine getiren krizlerle sonuçlanacak bir süreç ortaya çıkarmıştı ama Latin Amerika’daki Sovyet etkisi sonlanmadı. Öte yandan enerji alanındaki gücünü tam anlamı ile gösteren Venezuela 1960’lar itibariyle kurucu üyesi olduğu OPEC aracılığıyla petrolü bir dış politika aracı haline getirirken, ABD ile ilişkilerinde sınırlı ve gerilimli bir döneme girdi.
Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu sistem içinde ABD ve liberal demokrasilerin zaferi ilan edilirken, Latin Amerika’da işler aynı şekilde değişmedi. 1999 yılında iktidara gelen Hugo Chávez, ABD’ye meydan okurken, Washington ise kontrolü yeniden sağlama adına 2002’deki darbe girişimini destekledi. Ancak bu girişim yalnızca iki ülke arasındaki güven bunalımını daha da derinleştirdi. Rusya ile olan ilişkiler ise enerjiden sanayiye pek çok alanda derinleşmeye devam etti. Bu dönemde bir anlamda imparatorluk travması içerisinde yoluna devam etmeye çalışan Rusya Federasyonu, eski müttefikleriyle bağını unutmadığını gösterdi.
Uyuşturucu savaşı mı jeopolitik adım mı?
ABD, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’yu “Cartel de los Soles’in liderliğini yapmak ve ABD’ye uyuşturucu sokmak gibi pek çok asılsız iddia ile suçluyor. Hatta 25 Temmuz’da ABD Hazine Bakanlığı bu yapıyı Özel Olarak Belirlenmiş Küresel Terörist olarak tanımladı. Akabinde de Maduro’nun tutuklanması veya mahkûm edilmesi ödülü 50 milyon dolara yükseltildi. Son olarak 3 savaş gemisi ve 4.500 askerin Venezuela yakınlarına gönderilmesi bölgedeki gerilimi artırdı. Trump, uyuşturucu kartelleriyle yerinde mücadele etmek için ordunun daha etkin kullanılması adına bu adımı attığını dile getirdi. ABD’nin bölgeye nükleer denizaltı göndermesi noktasında Venezuela konuyu BM’ye taşıdı ve Washington’dan bölgede nükleer silah kullanılmama garantisi istedi. Kolombiya Cumhurbaşkanı Gustavo Petro, ABD’nin bu adımını işgal için bahane olarak nitelendirse de Kolombiya’nın da bu güç mücadelesindeki konumu sorgulanır. Özellikle Trump’ın başkanlık koltuğuna oturduğu ilk günlerde iki ülke arasında göçmen krizi yaşanmıştı. Bu sürecin başında Kolombiya, göçmenleri taşıyan uçakların inişine izin vermemiş; Trump ise gümrük vergisi (%25-50) kartını oynayarak Kolombiya’yı en zayıf yerinden vurdu denebilir. Çünkü bu açıklama sonrası Kolombiya inişler için izin verdi. Karşılıklı bağımlılıkların çok hassas olduğu, dengelerin inanılmaz kırılgan bulunduğu bir alanda her baslık iktisadi alana çıkmakta bu nedenle de destekler ve karşı duruşlar sınırlı kalabilmekte.
ABD ve Rusya mı?
Beklentilerin aksine, burada jeopolitik rekabetin temel ekseni Çin–ABD hattı değil, Rusya ile ABD arasında görülmekte. Alaska Zirvesinde buzlar erimiş gibi olsa da Venezuela’da durum farklı. 2024 yılında Rusya, Küba’ya savaş gemilerini yollayarak Batı’ya gövde gösterisi yapmış, “Küba Krizi vol. 2” söylemleri öne çıkmıştı. Elbette sorun Soğuk Savaş’taki dehşet dengesi ekseninde değildi bu nedenle de endişeler kısa süreli oldu. Asıl kopuş Mayıs ayında Putin ve Maduro arasında imzalanan ve özellikle enerji alanını kapsayan stratejik ortaklık’ta oldu. ABD bölgeye yaklaşımını değiştirdi denebilir. İkinci olarak Rusya’nın, Venezuela’ya da savaş gemileri göndereceği yönündeki iddialar sonrasında ABD’den gelen savaş gemisi ve asker gönderimi oldu. ABD bu adım ile yeni Monroe Doktrinini Rusya’ya karşı bir anlamda ilan edişti. Üçüncü olarak Trump’ın ilk başkanlık döneminde yarıda bıraktığı Venezuela’da rejim değişimi girişimidir. Trump yönetimi 2019’dan bu yana muhalif isim Juan Guaidó’yu Maduro yerine tanımaktadır. Son olarak bu durum en dikkat çeken konu Orinoco Kuşağı, yani Venezuela’nın petrol yataklarıyla küresel enerji denkleminin merkezinde yer alması. Enerji ve madenler denkleminde bu tabloyu okuyan Trump yönetimi, bölgedeki adımlarını daha stratejik ve daha keskin bir şekilde kurgulamakta. Sonuç olarak, Venezuela bugün küresel enerji savaşlarının ve büyük güç rekabetinin en kritik cephelerinden biri olmakta. Bu da 21. Yüzyılda Monroe Doktrini’nin ruhu ile ABD’nin arka bahçesi Venezuela algısının jeopolitik yansımasını sunuyor.