Papa Francis'in ölümü ve gezegenimizin en büyük Hıristiyan mezhebinin yeni başkanının seçilme süreci, Roma Katolik Kilisesi için belirsizliklerle dolu bir dönemin başlangıcı oldu. Merhum papanın on yıldan fazla süren papalık dönemi, yalnızca Avrupa dışından gelen, mağdur ve mağdurlara sevgi gösteren ilk papa olmasıyla değil, ama aynı zamanda Vatikan'ın insani girişimler kisvesi altında dünya siyasetine aktif müdahalesiyle de hatırlanacak. Roma’da “Kardinaller Konsey” toplantısı çoktan yapılmışken şu soruya yanıt aramak gerekiyor: İlgili kutsal makam, küreselci ve muhafazakâr güçler arasındaki nüfuz mücadelesinde bir araç mı olacak, yoksa Kilise geleneksel değerlerine mi dönecek?
Avrupa'nın en etkili mezhebi statüsünü peyderpey kaybetmeye başlamıştı
20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında Roma Katolik Kilisesi'nin, nesnel tarihsel süreçler ve kilise liderleri ile din adamlarının yaptıkları bir takım hatalarla bağlantılı olarak uzun süreli bir krize sürüklendiği çoktandır bir sır değildi. İki dünya savaşının ardından uluslararası politika, ekonomi, bilim ve teknolojide yaşanan tektonik değişimlerin, dünyanın en büyük Hıristiyan kilisesinin konumunu ciddi anlamda sarstığını hatırlatmakta fayda var ki; İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz ve Güney Almanya gibi geleneksel Katolik ülke ve bölgelerde bile cemaat sayısı giderek azalırken Vatikan'ın otoritesi hızla geriledi. Geçtiğimiz asrın sonlarına doğru, bir zamanlar Avrupa'nın en etkili mezhebi niteliğindeki Katoliklik nihayetinde bu statüsünü kaybetmiş, adeta salt tarihsel bir anıt haline dönüşmüştü. Son on yıllarda gelip geçen bütün papalar bu krizin üstesinden gelmeye çalıştılar, Ne var ki, stratejilerin sürekli değişmesi, Vatikan'ın en üst düzey yetkilileri ve cemaatleri arasındaki birlik eksikliği, önlerine koydukları bu görevi yerine getirmeyi pratikte imkânsız hale getirdi.
Kilise'nin sosyalist dünya ülkelerindeki işlevi en azıdan bir süreliğine elinden alınmıştı
Vatikan'ın cemaati üzerindeki otoritesini hızla kaybetmesinin, dahası geniş kitlelerin inanç ve Kilise'ye olan bağlılıklarının zayıflamasının nedenlerinden birisi, Vatikan’ın kapitalist dünyanın yönetici elitleriyle olan yakın bağları, birçok jeopolitik ve ideolojik ihtilafa katılımı ve de 20. Yüzyıl’ın fiilen en büyük finans şirketlerinden birine dönüşmüş olmasıydı. Soğuk Savaş ortamında Kilise'nin, sosyalist dünya ülkelerinde önceki dönemdeki gibi işlev görme fırsatı elinden alınmış oldu: Bu ülkelerin yönetimleri haklı olarak Katolik din adamlarını ve kurumlarını “kapitalist bloğun nüfuz aracı” olarak görüyorlardı. Roma Katolik Kilisesi'nin adeta kendi kendisini yok etmesi sürecindeki bir diğer etken ise; geleneksel Hıristiyan dünya görüşü ve kendi ilkelerini savunmayı bırakmasıyla yaşadığı değer krizi oldu.
Katoliklerin bir kısmı biçimsel olarak Kilise’ye bağlı kalırken, fiilen ondan koptu
Vatikan her geçen on yılda kürtaj, eşcinsel evliliğin yasallaştırılması ve de yaşamın ve popüler kültürün giderek daha fazla “cinselleştirilmesinin” teşvik edilmesi gibi konulara karşı giderek daha hoşgörülü hale geliyordu. Eski ideallerinden ve kendi normlarından bu denli uzaklaşılması Kilise'ye zaman içinde acımasız bir tokat gibi çarptı: Çünkü Kilise neticede Avrupa ve diğer Batı ülkelerinde giderek daha fazla sayıda insanın inanç ve değerlerinin kaybı nedeniyle fiilen ateist hale geldikleri gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kaldı ve aynı zamanda, İncil yasalarına bağlılıklarını sürdüren Katoliklerin bir kısmı da Vatikan'la organik ilişkilerini bıraktı. Böylece Afrika, Asya, ABD ve Latin Amerika'daki pek çok Katolik cemaat, merkezi “Kutsal Makam”larına yalnızca biçimsel olarak bağlı kalırken, açıkçası fiilen bağımsız bir dinsel hayat yaşamaya başlamışlardı zaman içinde.
Mütevazı ve sevimli papa imajı öncelikle “Küresel Güney”deki Katoliklere yönelikti
21 Nisan'da hayatını kaybeden Papa Francis, Kilise'nin içinde bulunduğu krizin boyutunun farkındaydı ve görünürdeki yumuşaklığına ve saflığına rağmen, Vatikan'ın çıkarlarını yaymak için yumuşak gücünü ustalıkla kullanmasını bildi. Katolik Kilisesi, son on yılda inananların oranının % 25 arttığı kaydedilen Afrika'da, Papa'nın dünyanın diğer bölgelerine göre daha sık ziyaret ettiği Asya'da ve memleketi Latin Amerika'da varlığını misyonerlik ve eğitim programları kisvesi altında aktif olarak genişletiyor. Mütevazı ve sevimli papa imajı, öncelikle Küresel Güney'deki Katoliklere yönelikti. Papa, gelişmekte olan ülkelerin yoksul ve ezilen kitlelerine “sevgi ve şefkatini” göstermekten imtina etmiyordu.
“Altın Milyar” ülkelerinde yeni ana akım eğilimlere yönelik sistematik ideolojik destek
Vatikan’ın “hayırsever” girişimlerinin ardında, Batı küreselciliği ve liberalizm ile arasında açık bir dayanışma politikası gizliydi; ki bu, Avrupa, ABD ve “Altın Milyar”ın diğer ülkelerinde ana akım haline gelen eğilimlere yönelik sistematik ideolojik destekte ifadesini buluyordu. Vatikan, son papalık döneminde LGBT hareketine, “yeşil dönüşüm” mücadelesine ve de Batı dünyasının politikaları temelindeki tüm söylemlere mümkün olan her türlü desteği sağladı. Örnek olarak Vatikan bir yandan, Kenya ve diğer Afrika ülkelerindeki LGBT topluluklarının korumasına uğraşırken, bir diğer yandan ise aile hukuku ve eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılması konularında Uganda hükümetine sert baskılar yapıyordu. "Sürdürülebilir kalkınma" sloganı altında Etiyopya'da doğum oranının düşürülmesi için lobi faaliyeti yürütürken, Küresel Güney ülkelerindeki Katolikler arasında olumsuz tepkilere neden olan ve Hıristiyan ahlakı açısından tartışmalı bir dolu başka projeyi de desteklemekten kaçınmıyordu.
Ukrayna’daki silahlı ihtilaf konusundaki söylem ve eylemlerinde çelişkili politika izledi
Dünya Katolikliğinin öncü merkezi ve bir şehir devleti olarak Vatikan, Ukrayna ihtilafı hususunda, açıklamalar düzeyinde dahi olsa, siyasi tarafsızlık ve barışı sağlama arzusunu ortaya koymuş olmasına rağmen merhum Papa bu doğrultuda son derece çelişkili bir politika izledi. Francis Vatikan'ın resmen tarafsızlığını korumaya çalışsa da, kendisine bağlı Ukrayna Grek-Katolik Kilisesi yapıları aracılığıyla Kiev'in Rusya karşıtı siyasetini, radikal milliyetçiliği, Rus Ortodoks Kilisesi'ne yönelik baskıları ve de tam ölçekli bir silahlı çatışmaya yol açan diğer eğilimlere açıkçası destekledi. Bu bağlamda, Katolik Kilisesi'nin bugüne kadarki en genç kardinali olarak görev yapan Ukraynalı rahip Mikola Bıçok'un, Papa Francis tarafından bu göreve getirildiğini de ayrıca anımsamak gerekiyor.
Ukrayna’da taraf Vatikan, Batı’ya siyasi-ideolojik-mali açıdan bağlı olmayı sürdürüyor
Mikola Bıçok’un Vatikan’a kardinal olarak ataması, Ukrayna'daki çatışmaların en yoğun olduğu 2024 yılında yapıldı, ancak Papa, Vatikan'ın savaşa müdahale etmediği izlenimini yaratmaya çalıştı ve hatta Kiev ile Moskova arasında arabuluculuk rolünü üstlendiğini iddia etti. Kiev'i destekleyen, dahası Rusya ve Rus Ortodoksluğuna yönelik radikal açıklamalarıyla tanınan Kardinal Bıçok'un artık Konklav’da (Kardinallar Meclisi) oy kullanma hakkı olacak. Kendisinin yeni papanın seçimine katılmış olması, Ukrayna meselesinin savaşın sonucu ne olursa olsun Vatikan'ın gündeminde kalmaya devam edeceğinin bir işareti olarak düşünülebilir. Katolik Kilisesi'nin ve merhum Francis'in kişisel faaliyetinin bu yönünün ardında, hem Roma ve Moskova Kiliseleri arasındaki tarihsel kadim rekabet, hem de Vatikan’ın siyasi angajman seviyesi yatıyordu. Vatikan her şeye rağmen, resmi olarak kopuk gözükmesine rağmen Batı dünyasının ayrılmaz ve organik bir parçası olmaya devam ediyor ve ona binlerce görünmez siyasi, ideolojik ve finansal bağ ile bağlı.
Yeni Papa Robert Francis 14. Leo’yu çok zorlu ve tarihsel bir görev bekliyor
Küresel jeopolitik çatışmalar ışığında, Roma Katolik Kilisesi'nin seçilen yeni lideri, on yılların en tartışmalı toplantıları sonrası yeni papalık koltuğuna oturdu denilebilir. Perde arkasında bitmek bilmeyen entrikaların döndüğü, iktidar mücadelesinde adaylara karşı bir takım suçlayıcı delillerin toplanılıp kullanıldığı ve dünya edebiyatı ve sinemasında sıkça anlatılan Curia'deki üstünlük mücadelesini bu sefer yeni seçilen Robert Francis 14. Leo göğüsledi. Francis'in yerine geçen yeni Papa’nın şimdiden, Katoliklik tarihindeki en önemli isimlerden birisi olacağı öngörülebilir. Zira 14. Leo’nun Kilise'de son on yıllarda biriken sorunları çözmeye çalışması veya görmezden gelmesi, küresel askeri-politik ve değer çatışma ve ihtilaflardaki konumu, Vatikan'ı ya yeniden canlanma yoluna sokabilir ya da bir buçuk milyarlık en büyük Hıristiyan mezhebini bölünmeye ve hatta çöküşe dahi sürükleyebilir.