Aslı Ağırdil
Mart 2020’de Washington, Venezuela Devlet Başkanı Nicolas Maduro’yu hedef alan alışılmadık bir adım attı. ABD Adalet Bakanlığı, Maduro ve yakın çevresinden üst düzey isimler hakkında “narko-terörizm” suçlamasıyla dava açtı. Maduro'nun yakalanmasına yardımcı olacak bilgi için 15 milyon dolarlık ödül koydu. Görevdeki bir devlet başkanına yönelik bu hamle, ABD’nin Maduro üzerindeki baskı kampanyasında yeni ve sert bir sayfanın açıldığını gösteriyordu. Dönemin Adalet Bakanı William Barr, Maduro’nun Kolombiya’daki FARC ile iş birliği yaparak ABD’yi kokainle “doldurmaya” çalıştığını iddia etti. Washington ise uzun süredir Maduro yönetimini, petrol yaptırımlarından doğan gelir açığını uyuşturucu kaçakçılığıyla kapatan bir “narko-devlet” olarak nitelendiriyor.
Maduro’ya yöneltilen “narko-terör” suçlamaları, Washington’un Latin Amerika’ya dair tanıdık senaryosunun yeni bir perdesi. Ancak bu hikayeyi yazan kalemin sahibi Donald Trump olunca, meseleye ister istemez farklı bir mercekten bakmak gerekiyor. Zira hukukun üstünlüğü söylemiyle sahneye çıkan Trump, kendi siyasi ve kişisel sicilinde biriken gölgeler nedeniyle bu rolde pek de ikna edici durmuyor. Hele ki geçmişinde yer alan dostluklar, skandallar ve ABD’nin uyuşturucuyla mücadeledeki çifte standartlı sicili düşünüldüğünde, bu suçlamaların arkasında yalnızca adalet arayışından ibaret olmayan başka hesapların da olabileceği akla geliyor.
Trump'ın ironik sicili
Maduro’ya yönelik bu suçlamalar, kağıt üstünde hukukun üstünlüğünü savunan bir adım gibi sunulsa da, bu hamlenin mimarı olan Donald Trump’ın siciline bakınca ortaya ironik bir tablo çıkıyor. Trump, iktidarı boyunca hukuk ve düzenin koruyucusu pozlarında görünse de kişisel geçmişi türlü skandallarla dolu. Özellikle de Trump’ın yıllar içindeki yakın dostlukları ve davranışları, “tencere dibin kara, seninki benden kara” atasözünü akıllara getirecek cinsten.
En çarpıcı örnek, Trump’ın yıllarca arkadaşlık ettiği hüküm giymiş cinsel suçlu Jeffrey Epstein ile olan bağlantısıdır. Trump, 2002 yılında Epstein için “Onu 15 yıldır tanıyorum, harika biridir” diyerek övgüler yağdırmış hatta “Kadınları benim kadar seviyor, üstelik birçoğu benimkilerden daha genç” diye şaka yollu itirafta bulunmuştu. Bu sözlerin üzerinden çok geçmeden Epstein’ın aslında 14-17 yaşlarındaki kız çocuklarına cinsel istismardan suçlu bulunması, Trump’ın neyi bilip neyi bilmezden geldiği konusunda karanlık bir soru işareti bıraktı.
2019’da Epstein reşit olmayan kızların fuhuş amaçlı ticaretinden tekrar tutuklandığında Trump alelacele “Palm Beach’teki herkes gibi ben de onu sadece tanırdım, hayranı değildim” diyerek ilişkisinin mesafeli olduğunu iddia etti. Ne var ki Epstein ile Trump’ın 1990’lardan 2000’lere uzanan dostluğu, Mar-a-Lago malikanesinde verilen partiler ve fotoğraflarla belgelenmiş durumda.
Trump’ın kabinesinde Çalışma Bakanı olan Alex Acosta, Epstein’a 2008’de sağladığı olağanüstü hafif ceza pazarlığı ortaya çıkınca 2019’da istifa etmek zorunda kalmıştı. Milyarder Epstein’ın yıllar içinde yakın çevresine baktığımızda, eski ABD Başkanı Trump’ın da Epstein’ın sosyal çevresinde yer aldığını bizzat Reuters haber ajansı not düşüyor. Dahası Trump, Epstein’ın suç ortağı Ghislaine Maxwell 2020’de yakalandığında “ona iyi dileklerimi iletiyorum” diyerek şaşırtıcı bir sempati gösterdi. Kendi dostlarına karşı bu denli müsamahalı olabilen bir liderin, rakip gördüğü bir lidere en ağır suçlamaları yöneltmesi elbette ki düşündürücü.
ABD’nin uyuşturucu gerçeği
Trump’ın Maduro’yu “narko-terörist” olarak suçlaması, Washington’un Latin Amerika’ya dair alışıldık senaryosunun yeni bir perdesi. Ancak bu tabloda eksik olan kısım, ABD’nin kendi sınırlarının içindeki gerçekler.
Bugün ABD, dünyanın en büyük uyuşturucu pazarı. Kokain, metamfetamin, eroin ve özellikle fentanil gibi sentetik uyuşturucular, Meksika kartellerinden Asya’daki yasa dışı laboratuvarlara kadar uzanan küresel bir ağ üzerinden Amerikan şehirlerine akıyor. ABD’nin Uyuşturucuyla Mücadele Dairesi (DEA) her yıl tonlarca uyuşturucu ele geçiriyor ama talep öylesine büyük ki, arzın önüne geçmek neredeyse imkânsız.
Fentanil krizi, bu çelişkinin en sert örneği. Sentetik opioidler nedeniyle ABD’de her yıl on binlerce insan aşırı dozdan hayatını kaybediyor. Los Angeles, San Francisco, Philadelphia gibi büyük şehirlerin sokakları, bu trajedinin çıplak sahneleriyle dolu. Çadır kamplarında, kaldırımlarda ya da köprü altlarında, bilincini kaybetmiş halde yatan bağımlılar, elinde iğneyle köşeye çökmüş gençler, uyuşturucu satıcılarının açıkça dolaştığı mahalleler… Bu manzaralar, artık yalnızca yerel basında değil, dünya medyasında da ABD’nin “kendi arka bahçesi”nin gerçeği olarak yer alıyor.
ABD yönetimi ise tüm bu tabloya rağmen, uyuşturucu krizinin sorumluluğunu çoğunlukla sınır ötesine atmayı tercih ediyor. Latin Amerika ülkeleri, özellikle de Venezuela, Meksika ve Kolombiya, Washington’un dilinde hem “kaynak” hem “tehdit” olarak damgalanıyor. Ancak Amerikan iç pazarındaki devasa talep, bu akışı besleyen en büyük etken. Arz zincirinin başını kesmeye çalışırken, talep cephesinde yeterli önlemler alınmadığında sonuç değişmiyor.
Trump’ın Maduro’yu hedef alan sert söylemi, adaletin sesi olmaktan çok, dış politikada kullanılan bir araç niteliğinde. “Narko-terör” suçlaması, içerideki derin uyuşturucu krizinden doğan öfkeyi ve siyasi baskıyı dışa yönlendirme çabasının en belirgin örneği. Kendi sokaklarında fentanil komasından ölen gençlerin, uyuşturucuya teslim olmuş mahallelerin ve çadır kentlerin gerçeğiyle yüzleşemeyen Washington, faturayı dış düşmanlara keserek ahlaki üstünlük iddiasını her geçen gün biraz daha yitiriyor.