Çin’le iş yapan Mâverâünnehirli bir ailenin üyesi olduğu tahmin edilen Seyyid Ali Ekber Hıtayi adlı bir tüccarın 1505-1508 yıllarında Çin’e giderek Beijing’i ziyaret etmesi ve Farsça hazırladığı kitabını 1516 yılında Osmanlı sarayında Yavuz Sultan Selim’e, ardından da Kanuni Sultan Süleyman’a sunması, o dönemde Çin ile Batı Asya arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkilerin en parlak halkalarından biri kabul ediliyor. 16. yüzyıldan 19.yüzyıla kadar Batılı olmayan herhangi bir dilde yazılmış en kapsamlı Çin metni olarak nitelenen “Hıtâynâme”, Osmanlıların Çin algısına büyük etkide bulunmuş, daha sonra saray ve bürokrasi dili olan Farsçadan Osmanlı Türkçesine çevrilmiş. Çin’in sınırları, idari sistemi, iklimi ve coğrafi yapısı, yerleşim yerleri, yabancıları kabul usulleri, kanunları, sarayları, hapishaneleri, İslamiyet’in Çin’deki durumu, ilim ve sanatı gibi konularda bilgiler veren “Hıtâynâme”, ortaçağ dünyasının en güçlü ve etkili iki medeniyeti olan Çin ve Osmanlı arasında çok ilginç bir bağ kurduğu gibi sonradan yapılan pek çok araştırmaya da geniş malzeme sağlamış durumda.
Tanrı’nın ilk dili: Çince
Giray Fidan ve Ayşe Gül Fidan’ın birlikte kaleme aldığı, geçen ay okurlarla buluşan “Türkiye’de Sinolojinin Doğuşu-Hıtâynâme’den Günümüze” (Kırmızı Kedi Yay.), Sinolojinin dünyada ve Türkiye’deki gelişimini ayrıntılı biçimde aktarırken, “Hıtâynâme”ye de geniş yer ayıran, Çin’in Hıristiyan dünyanın yanı sıra İslam kültüründe nasıl algılandığını sergileyen, Sinoloji tarihinin kıvrımlarına dalan bir eser.
Sinologların Çin kültürünün ilk alıcıları olduğunu belirterek “Bir Sinoloji tarihi, genellikle Çin edebiyatının ve kültürünün başka bir ülkedeki yayılma tarihidir” diyen yazarlar, Sinologların sadece Çin kültürünü Çin dışında yaymakla kalmadığını, aynı zamanda çeşitli ülkelerdeki düşünürlerin, edebiyatçıların ve siyasetçilerin Çin’i anlama ve algılama biçimlerini de etkilediklerini vurguluyor. “Yani bir ülkenin ‘Çin imajı’nı ve Çin algısını araştırmak için, o ülkenin Sinolojisini anlamak gerekir” denilen kitapta şu satırlar da dikkat çekici:
“Genel olarak bakıldığında, Sinologlar Çin kültürünün yorumlayıcısı ve tanıtıcısı rolünü üstlenirken, bunu Batı kültürünün bakış açısından yaparlar (…) Batı Sinoloji tarihinde, erken dönem İngiliz Sinologlar Çinceyi Tanrı’nın ilk dili olarak gördüler. Bunlar bugün saçma görünse de o zamanlar birçok İngiliz buna inanıyordu (…) Avrupa-merkezcilik bakış açısıyla Çin medeniyetinin aşağı bir medeniyet olduğuna inanmak, 19. Yüzyılda Batı Sinoloji araştırmalarında önemli bir görüştü.”
Atatürk’ün direktifiyle Sinoloji
Çin’e gelen Fransiskan ve Cizvit misyonerlerin metinlerinden Portekiz sömürgeciliğinin etkisine, Timur’un oğlu Mirza Şahruh tarafından 1419’da Ming İmparatorluğu’na gönderilen heyetten Çin akademik dünyasının Batı’daki Sinoloji çalışmalarına ilgisine açılan yelpazede geniş bilgiler veren kitap, “Yaklaşık 300 yıl süren ve önemli yayınların yapılmadığı uzun bir aradan sonra, modern akademik ve kurumsal Türk Sinolojisi, 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni başkenti Ankara’da 1935 yılında yeniden ortaya çıktı” diyerek, Atatürk’ün direktifiyle kurulan Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sinoloji Bölümü’nün tarihçesini aktarıyor. Almanya’dan davet edilen Annemarie von Gabain, sonrasında Wolfram Eberhard, Muhaddere Nabi Özerdim ve ardılları Ahmet Rıza Bekin ve Pulat Otkan hattında günümüze kadar gelen bilimsel birikimin özetlendiği kitap, “Üniversitelerin yanı sıra, bağımsız araştırma merkezlerinin ve düşünce kuruluşlarının da Çin çalışmalarına yönelik ilgisi artırılmalıdır. Sinoloji alanında uzmanlaşmış akademisyenlerin yetiştirilmesi ve istihdam edilmesi, bu alandaki insan kaynağının geliştirilmesi açısından hayati önem taşımaktadır” notuyla son buluyor.
“Türkiye’de Sinolojinin Doğuşu-Hıtâynâme’den Günümüze”, toplam 100 sayfalık ama içine yüzyılların sığdırıldığı önemli bir çalışma. Akademisyenlerin, Sinoloji öğrencilerinin ve meraklıların okumasında yarar var.
Tunca Arslan