Ciddi anlaşmazlıkların ve gergin bir atmosferin gölgesinde gerçekleştirilen 2025 NATO Zirvesi, kısa süre önce Hollanda’nın Lahey kentinde sona erdi. Bu zirve, Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana NATO üye devletleri arasında işbirliği ve uzlaşının en düşük düzeyde kaldığı toplantılardan biri olarak değerlendirilebilir. Toplantı, yalnızca NATO içindeki derin görüş ayrılıklarını açıkça gözler önüne sermekle kalmadı, aynı zamanda örgütün Avrupa ve küresel güvenlik üzerindeki potansiyel olumsuz etkilerini de ortaya koyarak geleceğine dair kötümser bir tablo çizdi.
Ukrayna krizinin çözümsüzlüğü ve İsrail-İran çatışmasında yaşanan dramatik gelişmelerin damga vurduğu bir dönemde düzenlenen zirve, uluslararası toplum tarafından yakından izlendi. Geçen yılki Washington Zirvesi’nde yayımlanan 38 paragraflık bildirinin yanı sıra Ukrayna’ya ilişkin 6 ek paragrafla yapılan kapsamlı açıklamalara karşın, bu yılki Lahey Zirvesi Bildirisi yalnızca 5 paragrafla sınırlı kaldı. Zirvenin gündem maddeleri, üyeler arasındaki görüş ayrılıkları ve uluslararası kamuoyunun tepkileri birlikte değerlendirildiğinde, NATO içinde giderek derinleşen bir bölünmüşlüğün açığa çıktığı görülüyor.
"Önce ABD” tutumu zirveye bir gölge gibi çöktü
“Önce ABD” yaklaşımını benimseyen ve tüm meseleleri ticari bir pazarlık olarak gören mevcut ABD yönetimi, NATO’yu açıkça bir “maliyet kalemi” ve Avrupalı müttefikleri için ödemek zorunda kaldığı bir “güvenlik faturası” olarak değerlendirmektedir. ABD, NATO’nun diğer üye ülkeleri savunma harcamalarını GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkarmadığı takdirde, bu ülkelere yönelik koruma sorumluluğunu azaltacağını veya tamamen sona erdireceğini sert bir dille ifade etti. NATO’nun lider ülkesi olan ABD’nin bu ani politika değişikliği, müttefik ülkelerde ciddi güvenlik kaygılarına neden oldu. Ülkeler, savunma harcamalarını hızla artırmaya yönelseler de, ABD’nin talep ettiği hedeflere ulaşmakta zorlanıyorlar.
Öte yandan ABD’nin, Rusya ile ilişkileri iyileştirme ve Ukrayna krizinin önemini geri plana itme çabaları, Avrupa ülkelerinin Ukrayna’ya destek konusundaki ısrarcı tutumuyla keskin bir çelişki yarattı. Bu durum yalnızca ortak yaklaşımın parçalandığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda NATO’nun askeri ittifak olarak varoluş temelini de ciddi şekilde sarstı. Sonuçta büyük güçlükle üzerinde anlaşılan Lahey Zirvesi Bildirisi'nde Rusya ve Ukrayna’ya dair tek bir ifade dahi yer almadı.
18 Haziran’da Slovakya Başbakanı Robert Fico’nun NATO’dan çekilmeyi düşündüğünü açıklaması, 22 Haziran’da ise Lahey’de NATO’nun genişlemesine karşı binlerce kişinin katıldığı protesto gösterisi düzenlenmesi, NATO’nun son yıllarda öne çıkardığı “Rusya en büyük tehdittir” yaklaşımının zayıfladığını ve ittifak içindeki krizin derinleştiğini ortaya koydu.
Daha da dikkat çekici olarak, ABD’nin son aylarda Kanada’yı ülkesinin 51. eyaleti yapma niyetini göstermesi ve Danimarka’nın özerk bölgesi Grönland’ı ilhak etmeyi gündeme getirmesi, NATO’nun bu iki kurucu üyesiyle doğrudan gerilime yol açtı. ABD’nin bu kapsamlı politika değişiklikleri, NATO’yu iç çatlakların büyüdüğü, dinamikliğini kaybettiği ve kırılganlaştığı bir sürece sürükledi. Lahey Zirvesi ise bu karamsar geleceğin bir aynası olarak kayıtlara geçti.
NATO’nun yeni harcama hedefi Avrupa ile ABD arasında uçurum açtı
Lahey Zirvesi’nin en dikkat çeken sözde “başarısı”, üye devletlerin savunma harcamalarını Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 5’ine yükseltmeyi hedeflemesi oldu. Ancak bu hedefe ulaşma ihtimali son derece düşük görünüyor. İspanya, bu hedefin kendisi için uygulanabilir olmadığını açıkça dile getirerek NATO’dan bir istisna hakkı elde etti; diğer üye ülkeler de benzer zorluklardan şikâyetçi oldular. Eğer bu savunma harcaması hedefi ülkeler üzerinde zorla dayatılırsa, yerel sosyo-ekonomik planlamaların kaosa sürüklenmesi ve bunun sonucunda halklar arasında NATO’ya yönelik sert bir direnişin ortaya çıkması muhtemel görünüyor. Bu durum, nihayetinde NATO’nun genel askeri kapasitesini de daha da zayıflatabilir.
NATO’nun faaliyet göstermesi gereken coğrafi alan konusunda da ABD ile Avrupa ülkeleri arasındaki görüş ayrılıkları giderek belirginleşiyor. Avrupa ülkeleri, NATO’nun kendi bölgelerinde, özellikle Rusya kaynaklı tehditlere odaklanmasını isterken; ABD, NATO’nun küresel stratejisine hizmet etmesini ve ağırlığını Asya-Pasifik bölgesindeki jeopolitik rekabete kaydırmasını talep ediyor. Savunma harcamalarındaki bu ciddi artış beklentisiyle birlikte, iki taraf arasındaki stratejik değer algısındaki uçurumun daha da büyümesi, NATO’nun iç birliğini ciddi şekilde zedeleyebilir.
GSYİH’nin yüzde 5’ini savunma harcamalarına ayırma hedefi, ABD öncülüğündeki NATO’nun Avrupa dışındaki bölgelerin güvenliğine müdahale etme niyetini açıkça ortaya koyuyor. Esasen askeri ittifakların varlığı, krizlere, çatışmalara ve hatta savaşlara dayanır; NATO da bu konuda bir istisna değildir. Avrupa’daki Ukrayna krizi, NATO’nun işlevlerini genişletme isteğini tam olarak tatmin edememiş görünmektedir. Aksine, savunma harcamalarının daha da yükseltilmesine dönük talepler, NATO’nun Avrupa dışında daha büyük krizleri tetikleme riskini beraberinde getirdiğini ima ediyor ki bu da küresel barış üzerinde ciddi bir gölge oluşturmaktadır.
NATO’nun Asya-Pasifik açılımının sandalyeleri boş kaldı
“Asya-Pasifik Dörtlüsü” mekanizması, Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Yeni Zelanda liderlerini NATO zirvelerine davet etmeyi hedefliyordu. Bu adım, NATO’nun küresel hedeflerini ortaya koyan önemli bir girişim olarak görülüyordu. Ancak NATO’nun Avrupa’da bölünmeleri körükleyen ve çatışmaları derinleştiren geçmiş performansı, Japonya ve Güney Kore başta olmak üzere Asya-Pasifik ülkelerinin güçlü direnişiyle karşılaştı. Önceki üç zirveye üst üste katılan Japonya ve Güney Kore liderlerinin bu yılki zirveye aniden katılmaması, NATO ile bölge dışı stratejik ortakları arasında bir çatlak oluştuğuna dair güçlü bir sinyal verdi.
Aslında, ABD’nin müttefiklerine yönelik “işe yararsa kullan, yaramazsa terk et” şeklindeki klasik yaklaşımı, Asya-Pasifik ortaklarının güvenini giderek aşındırıyor. Son aylarda ABD’nin bölgedeki müttefiklerine ek gümrük tarifeleri dayatması ve savunma harcamalarını artırmaları için baskı yapması gibi zorlayıcı tutumları, Güney Kore, Japonya ve Avustralya’nın NATO’nun Asya-Pasifik’e taşınması girişimini yeniden sorgulamasına yol açtı. ABD’nin, kendi çıkarları uğruna Asya-Pasifik’te krizler yaratarak ittifak yapısını güçlendirme çabalarının bölgedeki müttefikler tarafından onaylanması da pek olası görünmüyor.
Bu ülkeler, dünya ekonomisinin en dinamik ve uzun süredir istikrarlı bölgelerinden biri olan Asya-Pasifik’in büyüme eğilimini korumayı önemsiyor. Bu nedenle tahmin edilebileceği gibi, NATO’nun Asya-Pasifikleşme süreci ciddi engellerle karşılaşacak ve sürdürülebilir olmayacaktır.
NATO’nun Çin politikası Lahey’de tepki çekti
2025 NATO Lahey Zirvesi, NATO’nun son yıllarda Çin’i karalamaya devam ederek büyük güçler arasındaki çatışma anlayışına sıkı sıkıya bağlı kalan karanlık zihniyetini yeniden ortaya koydu. Zirve boyunca NATO Genel Sekreteri, Çin’in deniz gücü kapasitesindeki ve nükleer silah başlıklarındaki artışı kışkırtıcı bir dille gündeme getirdi; Taiwan konusunda sözde “endişelerini” dile getirdi ve NATO’nun bu konuda hazırlıklı olması gerektiğini savundu. Ayrıca Ukrayna krizinin çözümsüzlüğünün sorumluluğunu haksız şekilde Çin, Kuzey Kore ve İran’a yükledi.
Bu açıklamalar, NATO’nun yalnızca Avrupa’da Rusya’ya karşı bir çatışma ortamı oluşturarak bölgesel güvenlik örgütü olmanın ötesine geçtiğini, aynı zamanda sözde küresel etkisini pekiştirmek amacıyla Asya-Pasifik’te Çin ile sürtüşmeyi de kışkırtmaya çalıştığını gösteriyor. Oysa küreselleşmenin derinleştiği ve ülkelerin birbirine bağımlılığının arttığı bir çağda, NATO’nun varlık mantığını hâlâ büyük güçler arasında kutuplaşma yaratmaya ve ülkeleri taraf seçmeye zorlamaya dayandırması, sürdürülemez bir tutumdur. Bu yaklaşımın NATO’yu sonunda başarısızlığa sürükleyeceği açıktır.
2025 Lahey Zirvesi, Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO içinde yaşanan benzeri görülmemiş iç bölünmeleri ve zayıflıkları da gözler önüne serdi. Bu tablo, ittifakın günümüz uluslararası güvenlik ortamında giderek işlevsizleştiğini ve köhneleştiğini doğruluyor. Oysa dünyanın ihtiyacı kalıcı barış ve istikrarlı kalkınmadır. NATO’nun çatışma ve bölünmeye odaklanan yaklaşımı, çağın gerçek ihtiyaçlarıyla örtüşmemektedir. Bu nedenle NATO, tarihin kaçınılmaz akışı içerisinde erimeye mahkûm görünmektedir.