Suudi Arabistan-Pakistan Güvenlik Anlaşması'nın arkasında kim var?

İsrail'in İran’a, Suriye’ye, Lübnan’a ve nihayetinde Katar’a saldırması, Suudi Arabistan’ı da harekete geçirdi. Tüm dünya Doha saldırılarını ve Gazze’ye başlatılan kara harekatına odaklanmışken Pakistan ve Suudi Arabistan Riyad’da sessiz sedasız bir güvenlik anlaşması imzaladı. Anlaşmanın en dikkat çeken detayı iki ülkeden birisine yapılacak saldırının her iki ülkeye de yapılmış sayılacağı maddesiydi. Pakistan'ın nükleer bir güç olduğu düşünüldüğünde, son dönemde İsrail'in bölgede daha saldırgan bir politika izlemesi ve ABD'nin en önemli müttefiki olan Katar'a dahi operasyon düzenlemesi Suudi Arabistan'ın güvenlik mimarisini yeniden gözden geçirmesini neden oldu.

Özellikle son İsrail'in Doha saldırısından sonra Orta Doğu’da Körfezde güvenliğini ABD'ye emanet eden ülkeler bu durumu yeniden gözden geçirmeye başladılar. “Dışarıdan ve içeriden tehditlere karşı ABD bizi korur” inancı yerini şimdi "ya gerçek tehdit ABD ise" sorusuna bıraktı.

Bu anlaşmayla Suudi Arabistan, Pakistan'ın nükleer koruma şemsiyesi altına girmiş oldu. Aslında geçmişte Pakistan'ın nükleer programı ile Suudi Arabistan hep birlikte anılmıştır. Özellikle, Kral Fahd bin Abdülaziz döneminde Pakistan'ın nükleer araştırma programının bizzat Suudi Arabistan tarafından finanse edildiği hep konuşula gelmiştir; hatta o dönemlerde Pakistan'daki nükleer tesislerin gerçekte tamamen Suudi Arabistan'a ait olduğu hep iddia edilmiştir. Bir başka deyişle, “gerektiğinde Pakistan'ın nükleer gücü Suudi Arabistan'ın emrindedir” görüşü o dönem hep gündemde olmuştur.

Nükleer program oldukça pahalı bir süreçtir. Dolayısıyla Pakistan'ın ekonomik durumu geçmişten günümüze ortadadır ve Pakistan'ın bu denli büyük bir nükleer program yürütüp sonunda önemli sonuçlar elde etmesi ve bunun ekonomik maliyetinin karşılanabilmesi gerçeği aslında Suudi Arabistan'ın ekonomik desteğini doğrular niteliktedir.

Eğer önceki iddialar doğruysa muhtemelen Suudi Arabistan'la Pakistan arasında zaten gizli bir nükleer protokol mutlaka bulunmaktadır. Ancak bugün bu anlaşmayla bu nükleer işbirliği de aslında kağıda dökülmüş ve kamuoyuna açıklanmış oldu. Lakin Biden döneminde Suudi Arabistan'ın İsrail'le ilişkileri normalleştirmesi yönündeki taleplere karşın Veliaht Prens Muhammed bin Salman, ilişkilerin normalleşmesi karşılığında ABD'nin Suudi Arabistan'ın sivil nükleer güce sahip olmasına destek vermesini istemiştir.

Biden yönetimi meseleye ılımlı baksa da İsrail, Suudi Arabistan'ın sivil bir nükleer güce sahip olmasına karşı çıkmıştır. ABD'den de Suudi Arabistan'a nükleer güç olma imkanının verilmemesini istemiştir. İsrail hiçbir Müslüman ülkenin nükleer güç olmasını istememektedir. İran'ın nükleer tesisleri bu amaçla vurulmuştu; hatta o günlerde sıranın Pakistan'a geldiği İsrail ve Amerikan medyasında gündeme gelmişti.

Sonuçta, Suudi Arabistan'ın sivil nükleer programı rafa kalktı. İran, Suriye, Lübnan ve Katar saldırıları Suudi Arabistan'ın nükleer gücü de savunma yetenekleri arasına katma kararında etkili oldu. Fakat Suudi Arabistan’ın ABD’ye rağmen nükleer kartı ne kadar elinde tutabilir bu tartışılır.

Fakat şu gerçeği de unutmayalım. Son dönemde Trump ile Pakistan ordusu arasındaki ilişkiler inanılmaz seviyede. Öyle ki Pakistan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Asım Münir ile Trump, Beyaz Saray’da baş başa öğle yemeği dahi yediler. Nükleer gücünün kontrolünün Pakistan ordusunda olduğu düşünüldüğünde aslında Suudi Arabistan'ın nükleer şemsiyesinin düğmesi dolaylı olarak ABD'nin elinde olmuş oluyor.

Pakistan-Suudi Arabistan güvenlik anlaşmasının arkasında ABD mi var?

Bir başka deyişle belki de doğrudan nükleer güç yapamadıkları Suudi Arabistan'a ABD Pakistan üzerinden dolaylı bir şekilde nükleer caydırıcılık yeteneği kazandırdı. Bu tezin doğru olabilmesi için önümüzdeki günlerde Suudi Arabistan'ın İsrail'e karşı tutum ve davranışını takip etmek lazım. Eğer Suudi Arabistan, İsrail'i tanımaya yönelik veya İbrahim anlaşmalarını imzalamaya yönelik bir adım atarsa muhtemelen bu senaryoyla Suudi Arabistan'ın istediğinin de gerçekleştirilmiş olduğu anlaşılacaktır.
Tüm bu noktada Pakistan'ın kazancı ise kötü durumda olan ekonomisinin ABD ve Suudi Arabistan tarafından ayağa kaldırılmasıdır.

Burada sorulması gereken diğer bir soru da Suudi Arabistan gerçekte İsrail tehdidine karşı mı bir nükleer yeteneğe sahip olmak istiyor yoksa bölgedeki örneğin İran gibi diğer güçlere karşı mı caydırıcılık yeteneğine kavuşmak istiyor? İşte bu sorunun yanıtı çok da net değil. Nihayetinde Yemen’deki İran destekli Husiler, İsrail’e tehdit oluşturduğu kadar Suudi Arabistan’a karşı da tehdit oluşturuyorlar.

Şimdi, ABD, Pakistan’ı hem İran’ın olası nükleer yeteneğine karşı hem de Hindistan’ın olası çılgınlıklarına karşı yeni denge kozu olarak elinde tutuyor. O halde Pakistan-Suudi Arabistan güvenlik anlaşması ABD’nin bilgisi dahilinde yapıldığı söylenebilir.

Uzun lafın kısası Orta Doğu’da son dönemde kontrolünü daha da artıran ve bütün politikalarını İsrail’in güvenliğini ve geleceğini garanti alma üzerine kuran ABD’nin Suudi Arabistan’ın rahatça İsrail’i de tehdit edebilecek bir nükleer yeteneğe sahip olmasına göz yumacağı pek gerçekçi gelmiyor! Çünkü İsrail. Müslüman ülkelerin nükleer güç olmasını istemiyor!

Hatırlanacağı üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 2019’da “etrafımızda nükleer silaha sahip olanlar var niye bizim de olmasın" mealindeki çıkışı İsrail gündemine bomba gibi düşmüştü. İsrail gazeteleri günlerce Türkiye’nin nükleer güç olmak istediğini hatta Pakistan’ın bu konuda yardım için hazır olduğunu bile yazmışlardı.