Geçtiğimiz kasım ayında yayımlanan ABD’nin 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi başlıklı rapor, dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de geniş yankı uyandırdı. Günlerdir bu belge üzerine yoğun tartışmalar yürütülüyor. Aslında bu tür strateji dokümanları ilk kez karşımıza çıkmıyor. Trump, ilk döneminde Çin’i açıkça hedef alan bir güvenlik stratejisi açıklamıştı. Ardından göreve gelen Biden da kendi güvenlik stratejisini yayımladı.
2025 belgesini anlamlı kılan unsur ise ABD’nin güvenlik anlayışında belirgin bir yön değişimi işaret etmesidir. Raporda Washington’un temel öncelikleri; ülkenin sınırlarını, ekonomik kapasitesini ve toplumsal dokusunu korumak olarak sıralanıyor. Daha önce ağırlık verilen “küresel liderlik”, “demokrasi ihracı” veya “uluslararası düzeni şekillendirme” gibi hedefler ise artık yalnızca ABD’ye somut fayda sağladığı ölçüde önem taşıyor. Bir başka deyişle, sanılanın aksine ABD bu hedefleri tamamen terk etmiyor; fakat bu yaklaşım, ulusal çıkar odaklı daha pragmatik bir çerçeveye oturtuluyor. Strateji, göç, ekonomik rekabet ve kültürel etki gibi konuları ulusal güvenliğin merkezine yerleştirerek içerideki kırılganlıklara daha fazla odaklanan bir yapıya bürünüyor.
Belge, ABD’nin dünya ile ilişkilerini de daha çıkar odaklı ve seçici bir çizgiye taşıyor. Geleneksel ittifaklar artık mutlak öncelik olarak görülmüyor; bunun yerine Batı Yarımküre, özellikle de ABD’nin yakın çevresi, stratejik önemin merkezine alınıyor. Çin ve Rusya gibi rakiplerle ilişkilerde doğrudan askeri rekabetten çok ekonomik ve teknolojik üstünlük arayışı öne çıkıyor.
Bu yaklaşımın genel olarak uluslararası siyasette daha içe kapanık, ulusal egemenliği önceleyen ve pragmatik bir yönelimi temsil ettiği belirtiliyor. Belgeyi eleştirenler, bunun ABD’nin küresel sistemdeki etkinliğini zaman içinde zayıflatabileceğini savunurken; destekleyenler ülkenin gerçek önceliklerine nihayet odaklandığını düşünüyor. Sonuç olarak strateji, ABD güvenlik politikalarında önemli bir paradigma değişimine işaret ediyor.
Ancak asıl sorulması gereken soru şu: ABD gerçekten köşesine çekilmeye mi hazırlanıyor?
Birinci Dünya Savaşı ile başlayan küresel angajman süreci bir asırdır devam ederken bundan geri dönmek kolay değil. ABD, adeta yeni sezona hazırlanan bir futbol takımı gibi, gözden uzak biçimde kendini toparlama ve güç tazeleme dönemine giriyor. Monroe Doktrini’nin şekillendirdiği yalnızcılık politikasını Amerikalı siyasetçiler ve akademisyenler uzun yıllardır eleştiriyordu; bugün ise Trump ülkeyi yeniden 1820’lerin Amerika’sına döndürme çabasında.
Bu noktada kritik soru şu: Raporu kim hazırladı?
Eğer rapor “müesses nizam” tarafından hazırlanıp Trump’ın önüne konulduysa, ABD, çok kutuplu dünya karşısında geri adım atmış demektir. Ancak rapor Trump’ın MAGA ideolojisi veya 2026’da yapılacak, Cumhuriyetçilerin kaybedeceği öngörülen Kongre ara seçimlerine yönelik taktiksel bir hamlesiyse, raporun etkisini abartmamak gerekir.
Unutulmamalıdır ki, başkanlara ait bu tür raporların, stratejilerin ve politikaların ömrü, başkanın siyasi ömrüyle sınırlıdır. Bugün itibarıyla Trump’ın görevinin bitmesine 1132 gün kalmıştır. 20 Ocak 2029’da Beyaz Saray’da yeni bir başkan yemin edecek ve Trump’ın strateji belgesi muhtemelen arşive kaldırılacaktır. Çünkü her başkan kendi ulusal güvenlik yaklaşımını belirler.
2013’te Senatör McCain’in sözlerini hatırlayalım: “Değerlerimiz çıkarlarımızdır, çıkarlarımız değerlerimizdir.” Amerikan dış politikasını bundan daha iyi özetleyen bir ifade bulmak zordur. Bu nedenle ABD’nin küresel değerleri artık savunmayacağı tezi eksik bir yorumdur. ABD tarih boyunca değerlerini ve çıkarlarını birbirinden ayrı değil, birlikte ifade etmiştir. Dolayısıyla ABD köşesine çekilmiyor; aksine Latin Amerika’yı kendi “arka bahçesi” olarak daha güvenli hâle getirmeye çalışırken, Grönland’ı topraklarına katmak gibi iddialı hedeflerini de sürdürüyor. Dünyanın dört bir yanındaki üslerde sayısız Amerikan askeri görev yapmaya devam edecek ve uçak gemileri okyanuslarda varlık gösterecektir.
Tüm bunları yaparken de Çin ve Rusya’ya karşı geçici bir ateşkes ilan ediyor.
Sonuç olarak bu belge, ABD’nin artık bir “demokrasi ve barış havarisi” rolü üstlenmeyeceğini; bunun yerine daha saldırgan, daha çıkar odaklı ve gerektiğinde güç kullanmaktan çekinmeyen bir küresel aktör olma niyetini ortaya koyan bir manifesto niteliğindedir. Başka bir ifadeyle, ABD bundan sonra kendisini bir “savaş tanrısı” olarak konumlandırmaya hazırlanıyor.